7 Aralık 2010 Salı

Uzaklar...

 “ Can çekişen aşkları vurmalı,
   Vurmalı ve sıradan bir intihar süsü verilmeli...”

  Diyor bir şair!

    Pencerede bir adam yalnızlığına el sallıyor, beklide geride bıraktıklarına…
Özlemle gelenleri karşılıyor. Arkada fonda bir müzik eşlik ediyor ‘yalan yalan ‘ belli ki bir yerlerde anılar gizlenmiş habire camdaki adama doğru kanıyor…
Adamın gözleri dışarıda birini, bir yaşamı arıyor beklide acısını camlara kazıyor. Artık birleşen hüzünler yeryüzüne sığamıyor gökyüzüne doğru yol alıyor. Bedeninde tutamadığı bu hüznü bulutlar mı dönüştürecek gözyaşına… Gözyaşı yağmur olup yağarken yeryüzüne adamın hüzünleri yalardı pencerenin camlarını garip yalnızlığını emerdi…

   Korktu camdaki adam dışarının kalabalığından aslında kalabalık değildi korktuğu o yüzleşmediği yalnızlığı idi evin duvarlarında yazan…
Odasına döndü hayatı gibi bomboştu duvara dayandı olduğu yerde kaldı…
Düşündü bu muydu dedikleri insanların, bu muydu kalabalıklar arasında yalnız kalmak… Hiç öyle olmamıştı bugüne kadar o iyi bir oyuncu, okulunda iyi bir öğrenci, gece telefonu susmayan iyi arkadaş herkesin kederinde hatırladığı…
Ailesi için iyi bir çocuktu ödevlerini yapan peki eksik nerdeydi bu yapbozda kayıp parça nerelerde kimin elindeydi… Kim elinde tutuyorsa o parçayı kim tamamlayacaksa bu hikâyeyi hemen gelmeliydi çalmalıydı kapıları. Bir an önce evin duvarlarına işlemiş bu acıyı dindirmeliydi gözyaşları ile rutubetlenen yüreği kurutmalıydı artık…

   Ne gelen vardı ne giden duvardaki adam… Sinmişliğin verdikleri ile susmaktan başka çaresi olmayan mahkûmlar gibiydi evet o bir mahkûmdu… yargılanmıştı ve aşktan hüküm giymişti… Cezası yalnızlıktı…

“Yüzünü dökme küçük kız
Bırak üzülmeyi
Bir tek misin bir düşün
Unutan sevilmeyi

Her siyahın bir beyazı
Gecelerin gündüzü de vardır’”


   Diyordu ve yaralara merhem çalmaya koyulurken anlıyordu mahkûm bir o değildi herkes gibi yaşamıştı sevdasını gidenlerinin arkasından bakakalmıştı… Artık üstüne kapanan kapılar vardı kilit altındaydı bütün duygular artık sorgular vardı ona sorulanlar, işkencenin en hasıydı bu hatırladığı anılar…

   Duvardaki adam iyice sindi içine. İçine doğru akıttı artık yaşlarını içine doğru kanıyordu yaralar içine… Derinlere gömdü düşüncelerini… Anlamak geç de olsa anlamak olmuştu: bu coğrafya da aşk yasaktı. Darbe yapılmıştı sevginin cumhuriyetine, değersizlikler hüküm sürünce hayatta çıkarlara dayanınca ilişkiler zaman belirleyince sevginin derinliğini, derinliğine seven olmadı ve Yılmaz Erdoğan girdi araya;

“ Aşk yasaklandı artık halka açık yerlerde
  El tutmak yol açıyor diye hesapsız susmalara
Kaldırdık tüm tutuşmaları
Yasak kelime oyunu yapmak
Yalan söylemek mecburi ve serbest ayyuka çıkmak
Artık yağmur sonraları toprak kokmak yok
Tomurcuklanmak günah ve bir insan gözü yüzünden
Yüz gün art arda uyumamak
Kimse ölmesin diye kimsenin arkasında
Her Sevdalı verdiği sözü geri alacak
Güneşi ayı hatta hiçbir tabiat olayı şahit gösterilmeyecek hiçbir sevdaya
Ne deniyorsa onu atacak kalp
Ve süresi yirmi dört saate çıkarılacak meskûn mahallerde ağlamanın”

Ağlamakta bu darbeyle yasaklanacak…


     Kaskatı kesildi, mahkûm artık insan değildi, o mahkûm edilince fişlenince bitmişti insanlığı, içeri girdiğinde kaybetmişti değerlerini dışarıda bırakarak gelmişti. Artık mahkûmda değildi… O bir acının mahkûmluğu bile sorguladığı bu iklimde artık bir heykeldi…
     Kimse dokunamaz diye düşündü artık kimse kalbini alamaz ondan umarsızca…
Oynayamaz oyunlarını kurallarını koyamaz. Adına şiirler yazıp yazıp sözleri verip verip terk edemezdi paylaşıp her şeyi bir gece çıkıp gidemezdi, terki diyar edemezdi…
Korunmak için duvarlar ördü kendi kendine nerden bilirdi günün birinde duvarlar üstüne yıkılacaktı…
Artık dayanamıyordu katılaşma sürecinde önce kalbi taşlaşmıştı gelen giremiyordu içeriye çarpıp çarpıp gidiyordu her gelen bir hasar alıyordu ve bütün bedeni taşlaşınca artık içinde bir kalp yaşatamayan mahkûm bir heykelcik adını almıştı…

      At kendini sokaklara birazda nefes almaya çalış yoksa öldüreceksin, her hücrene ölümü böylesine salmışken… Arşınladı şehrin sokaklarını söz vermişti peşinde götürmeyecekti acılarını…
 Yapamıyordu her sokak başı onu hatırlatıyordu her adımda o anılıyordu artık çığlıklar büyüyordu içinde o yalnızdı terk edilmişlikle ya da gidenler ile gelmeyenlerle yalnızlığın en acı halini tatmıştı…


     Adımları onu bir uçurumun kenarına getirmişti… O uçuruma hep 3 kala duruyordu bu sefer daha mı ileri gidecekti hep merak ediyordu boşluk nasıl bir şeydi… Hep atlamak istiyordu sırtını yalayan rüzgâra inat sonuna kadar yaşamak istiyordu bir kere olsun…
Adımları uçuruma yaklaştıkça ayakaltına alınmış bir ömür yatıyor geride kalmış yakınlar iyi gün dostları var…
Arkada bir ana bir baba kalacak beklide ama geride düşünülemeyecek o an uçurumun kıyısına gelipte… Terk edişler yalnızlıklar gözyaşları düşünülmeyecek…
Yapamadı boşluğa 3 kala geri döndü bir umut elinin boşluğunu yüreğine bastırarak yüreğindeki boşluğu kapatamayarak…

     Artık gözleri boşluğa bakıyor ne uçurumlar ne yalnızlık nede başka bir şey işte sadece ileriye bakıyor…
Yorgun savaşçı köşesine çekildi yine… Denemek için bir kez daha son bir şans vermek için kendine ve aşkına…
Huzursuzluğunu döndürecek huzura, geldiğinde kanayan yerleri her dokunuşuyla kapatacak birini bekliyor o köşelerde…
Umutla daldı gözleri uzaklara, gözleri ve yüreği güzel adam hazır artık sevmeye…

Hiç yorum yok: