30 Aralık 2010 Perşembe

Camino...

Film başladığı yerde bitiyor.Gerçek bir olaydan alınan ölüme adım adım giden 11 yaşında bir kızın aynı zamanda aşk ile kaçışını anlatıyor.Film aslında kaçış yok mesajı veriyor.Neyden kaçış yok?Sömürülmekten, kaderinizin belirlenmesinden insanlara verdiğiniz ödünlerden kaçış yoktur aileniz bile olsa asalak gibi hayatınıza yerleşenler her gün biraz daha sizi yerler...

28 Aralık 2010 Salı

ANLAR





Hayatımı yeniden yaşayabilsem...

Kalp Ağrısı...

kalabalık caddelerden geçiyorsun,kırpışan binlerce gözün içinden..
bir çocuk görüyorsun, olabildiğince yalnız..
tutmuş şehrin elinden denizlere yürüyor.
gülümsüyorsun ona.. 

Hamlet...



fazla ölçüp biçiyorum yapacağım işleri
kılıkırk yaran bu duraklama
dörtte biri akıl kalanı korku,
bu işi yapmalı demekle kalıyorum kendime
yapmak için haklı sebeplerim,
iradem gücüm imkalarım var.
dünya kadar örnek var beni kışkırtacak
şu orduya bak!
bunca asker bunca masraf
toy bir prens geçmiş başına
yüreğinde kutsal bir tutku
dudak büküyor başına gelebileceklere
ölümlüğüne, cılız varlığına meydan okuyor
bir hiç bir yumurta kabuğunun uğruna hemde
büyük sebepler olmadıkça komıldamamak
gerçek büyüklük sayılmaz şeref işe karıştımı
hiç uğruna kavga çıkarmaktır büyüklük daha çok
ben ne duruyorum öyleyse
öldürülmüş bir babam, kirletilmiş bi annem var
aklımıda kanımıda kızıştırmak için
ben hala uyumaktayım
nasıl yüzüm kızarmasın görünce karşımda
onbinlerce insanın kesin ölümlerine gittiğini?
bir esinti olsun şan olsun diye
mezara gidiyorlar yatağa gider gibi.
birkaç dönüm yer savaşıp alacakları
orduların kılıç oynaymasına izin vermez
ölülerin gömülmesine yetmez bir avuç toprak!
ey düşüncem bundan böyle ya kana boyan,
ya da beş para etmediğine yan!!


William Shakespeare

Modern Erkekler...

Modern erkektir onlar kendilerini hemen belli ederler ama yinede tanıyamazsınız onları bunun nasıl olduğunu anlayamazsınız bir türlü. Karakteristik özellikleri olsa da her biri kendini dünyanın merkezinde tek sanar. Böyle hissettirmeyenle hemen yollarını ayırır. Korkaktır aslında hükmedemeyeceği insanla işi yoktur. Erkektir onlar evet birkaç özellik ekleyince Hint kumaşıyla bile yarıştıramazsınız.

MEYAN - Yaratmak Dert Değil Tanrı İçin



insan bazen tanımlamak istiyor ya da birinde tanımlanmak işte böyle zamanların birinde hiç tanımadığım birinden bu şarkıyı aldım ve dünya üzerinde nerede soluyorduysa bu insan şah damarım kadar yakın olmuştu bana.Şimdi bu şarkıyı kaçıncı keredir dinliyorum bilmiyorum.1500,1501,1502 ...

kimsede tanımlanmadım kimseyi de tanımlayamıyorum artık kendimde ...

Tanımsızlara ...

Sözleri:

Kalbimde bir sancı kaldı (adı uzaklarda yazılı ama harflerin bile artık yan yana gelemeyeceği kadar uzak )
Çıkar kopsun yüreğimden at bir yere

Kalbimde bir sancı kaldı,
Çıkar kopsun yüreğimden at bir yere...

Kendimden kopmuş neyleyim,
Acımaz ki benim bedenim...
Elinden olsun son nefesim...
Yaratmak dert değil tanrı için...
Sen iste ölürüm senin için...

Gölgeni bıraktım arkamdan geldi...
Benim her şeyim senmişsin sana anlattım...

Kendimden kopmuş neyleyim,
Acımaz ki benim bedenim...
Elinden olsun son nefesim...
Yaratmak dert değil tanrı için...
Sen iste ölürüm senin için...

22 Aralık 2010 Çarşamba

duman-yanıbaşımdan

14 Aralık 2010 Salı

Naci En Alamo (Original Video Clip)



bu şarkı yı vengo filminin film müziği diye dinledim ilk olarak.ve içindeki ezgiler etnik tınılar her dinleyişimde biraz daha sardı beni flemenko tarzını sevenler için tadından yenmez.bir ısırık alın ;)

sözleri şöyle olmuş

no tengo lugar
y no tengo paisaje
yo menos tengo patria

con mis dedos hago el fuego
y con mi corazon te canto
las cuerdas de mi corazon lloran

naci en alamo
naci en alamo
no tengo lugar
y no tengo paisaje
yo menos tengo patria

naci en alamo
naci en alamo
ay cuando canta(s)
y con tus dolores
nuestras mujeres te chican

ay, ay
ay

ay, ay
ay

naci en alamo
naci en alamo
no tengo lugar
y no tengo paisaje
yo menos tengo patria

ekşisozlukten alınmı bir serbest çeviridir;

adsız yerlerden geldim
toprağım yok
anavatanım belirsiz

ateşler yakıyorum parmaklarımla
ve sana şarkılar söylüyorum kalbimle
yürek telim gönül yakıyor

alamo'da doğdum
yerim yok, toprağım yok, yurdum yok

böyledir, bizim (çingene) kadınlarımız
acınla şarkını söylediğinde
seni darmadağın eder...

Transglobal Underground & Natacha Atlas - Sky Giant




Natacha Atlas

20 mart ta doğmuş hatunumuz.belçika doğumlu ama sesinin hüznü bize topraklarımız hatırlatacak kadar bizden biri.Nasıldır hikayesi bilmiyorum aslında araştırmak gerekir nasıl oldu da kendini arap ve afrika müziğine verdi.bu kadar modern tınıların arasından yükselen bir orta kahve kıvamında sesi...belliki çok gezmiş çok görmüştür yoksa bu kadar farklı kültürü bu kadar farklı insanı bir çatı altında toplaya bilirmiydi?bizim topraklarımıza girdiğinde kendisine burhan öcal eşlik etmiştir groove alla turca adlı albümde...ne diyelim...çok iyi...

içten gelen bir ses...onun söylediği şarkılarda sanki müzik aletleride dile geliyor sesi sanki yüreğinden geliyor.böyle ağlayasım var o çizgi filmde yere kapaklanan çocuklar gibi.





Natacha Atlas - Gafsa [music video]


Boş ev filminin müziği.hayatın durmasını istediğim anlardan biridir.Bizim için biri dünyayı durdursa ya da vazgeçtim daha hızlı dönse de ben sana kavuşsam ne olur...

sözleri şöyledir efem:
habet riyahel hobi fi bali
tahdeeni salam el habib
tigouli ‘erja ya ghali
talel fourag wal il gharib’
goulet hayali “sharadat hali,
wa gounet manali saeed.”
wa ttalet min bourja il ghali,
wou galet kilamah ghareeb…
“erja ya hobb,
mali fi dounya naseeb.
ınta hobi lakin,
mish moumkin tkouni halali.”
ah lel
ya ayni, ya.
habet riyahel hobi fi bali
tahdeeni salam el habib
khalas.

"aşkımın olan esinti, aklımdan uçmaya başladı
sevginin esenliğini sun bana
bana 'geri dön aziz sevgili' de
yaşadığımız ayrılıkları ve birbirimize yabancılaşmamızı unut
hayal gücüm (rüyalarım) gayesizce merak ettiğimi söyleyecek,
ve hırsım mutlu olacak.

o,
yüksek burçlarda gözüktü,
ve o tuhaf sözcükleri fısıldadı bana

geri dön ey aşk!
bu dünyadan nasibim yok
sen benim sonsuz aşkımsın fakat,
seninle benim aynı cevheri kuşanmamız imkânsız.

âh,
gece!
gözlerim sensin!"





9 Aralık 2010 Perşembe

let it be..: Cahit Arf # Güzellik

let it be..: Cahit Arf # Güzellik: "“Güzellik, insanda sonsuzluk duygusunu uyandırandır”Daha iyi bir güzellik tanımı düşünemiyorum. İyi ki doğdun güzel insan."

Joker...

film başlıyordu. gözlerini dikti iyice yoğunlaşmıştı. anlamak için oturdu o hiç tanımadığından bir parça bulur diye. bazen bir şarkının bir mısrasında bazen bir film sahnesinde ya da bir replikte eksik kalan parçaları tamamlamak için izlemeye başladı…

7 Aralık 2010 Salı

Yavrum...

Yavrum önceleri bir kozaydın sen ömrü bir güne tekabül edecek bir kelebektin… Ne kozalar ördüm seninle dünya arasına kimseler gelip ermesinler diye sana getirmesinler kötülüklerini yüreklerde sadece sevgiyi öğren diye istemezdim o kozalardan çıkmanı…
Her gün seninle yeniden doğar senin için hayata biraz daha tutunurdum koparsalar da bağlarımı tutunmak isterdim senin için sana atan yüreğim için…


yalnızlığın adı var...



 Sensiz geçen günlerde yalnızlığın adı var suni hayatlardan sıyrılmış sensizliğe kapattığım odalarda kendimi bakamadığım yönlerde tutamadığım demir parmaklarda yağmur yağmayan pervazlarda sensizliğin içimde çığlıkların beynimde büyüdüğü yalnızlık…

Yağmur...

Yağmur bulutları yanaştı şehre. Buğulanan bir göz ve yanaklardan süzülen birkaç damlaydı önceleri yağmur. Şehir ağlıyordu. Her sonbahar olduğu gibi ağaçlar soyunmuştu ve veda kokan bu mevsim için ağlıyordu. Adam pencere kenarına doğru süzüldü hesaplaşmalardan yorulmuş her gün hayatla rutin kavgasından çıkmış kendi kalesine çekildiği bir anda. Pencere kenarına tünemiş yalnızlık kalenin içinde kocaman bir boşluktu hissettiği adamın. Adam bakışları delerek yağmur damlalarını toprağa baktı nede güzel kokardı yağmurla toprak sevişince. Düşündü adam şehrin gözlerine dokunmak istedi önceleri, üstüne aksın istedi şehrin acısı, altında ıslanmak kurduğu hayalin içinde kendine bir yer bulmaya çalıştı ah dedi gecenin bu saatinde ve şehrin göbeğinde sarılsaydım sevgilime. Adam dışarı atmak istedi kendini, sokaklarda koşmak, köşeleri dönmek istiyordu. Hayat bu kadar keskin bu kadar başarılı olamadığı için savrulmak istiyordu bu sonbaharda belki de. Dalından kopan bir yaprak gibi özgür olmak istiyordu özgürlük yalnızlığa davetiye çıkarıyordu yer açmaya çalıştıkça kendine bu ömürde aslında köşeye sıkışıp kalıyordu özlemini duyduğu sevgiliydi köşeye sıkışmışlığın adı. Adam dışarı çıktı. Sokaklarda dolaştı kimsecikler yoktu herkes terk etmişti şehri kimse bu acıya ortak olmak istemiyordu yalnızlığını kendi kalelerinde yaşıyordu. Tam o sırada adamın kapısı çalındı. Aşk kapıyı çalıyordu ama adam içerde yoktu aşk kapıda bekliyordu adam yoktu adam gitmişti ve aşk gelmişti… Adam bu yağmurda yalnızlığını satmaya belki de biraz umut almaya gitti çünkü şehre umut yağıyordu ve her güz her şey biterken yine bir gün güneşin doğup içini ısıtacağına gebeydi… Aşk kapıda beklermiydi? Adam geri döndü elleri bomboştu. Ve ağlamak istiyordu için için herkesten saklayarak erkekliğini hissetmek istiyordu evin kapısını açarken hissettiği sadece soğukluktu. Adam artık üşüyordu adam artık yapayalnız ve adam aşkı kaçırmıştı ve bundan haberi olmayacaktı her şeyden bihaber içeri girdi ve pencere kenarına tüneyen kendisiydi artık ve dedi ki aşk geleceksin biliyorum ve seni bekliyorum…


İşte hayatta böyle bir çelişkiydi… Hayatın kendisi bir ayrımdı doğarken insanoğlu kadın ve erkek diye ayrılıyordu bu yüzden dünyanın en hissedilesi duygusu üç harfe parçalanmıştı aslında aşk bütün olmak değildi aşk bir duygunun parçalanmasıydı ve aşk her parçalandığında altında insanoğlu kalıyordu…

Uzaklar...

 “ Can çekişen aşkları vurmalı,
   Vurmalı ve sıradan bir intihar süsü verilmeli...”

  Diyor bir şair!

    Pencerede bir adam yalnızlığına el sallıyor, beklide geride bıraktıklarına…
Özlemle gelenleri karşılıyor. Arkada fonda bir müzik eşlik ediyor ‘yalan yalan ‘ belli ki bir yerlerde anılar gizlenmiş habire camdaki adama doğru kanıyor…
Adamın gözleri dışarıda birini, bir yaşamı arıyor beklide acısını camlara kazıyor. Artık birleşen hüzünler yeryüzüne sığamıyor gökyüzüne doğru yol alıyor. Bedeninde tutamadığı bu hüznü bulutlar mı dönüştürecek gözyaşına… Gözyaşı yağmur olup yağarken yeryüzüne adamın hüzünleri yalardı pencerenin camlarını garip yalnızlığını emerdi…

   Korktu camdaki adam dışarının kalabalığından aslında kalabalık değildi korktuğu o yüzleşmediği yalnızlığı idi evin duvarlarında yazan…
Odasına döndü hayatı gibi bomboştu duvara dayandı olduğu yerde kaldı…
Düşündü bu muydu dedikleri insanların, bu muydu kalabalıklar arasında yalnız kalmak… Hiç öyle olmamıştı bugüne kadar o iyi bir oyuncu, okulunda iyi bir öğrenci, gece telefonu susmayan iyi arkadaş herkesin kederinde hatırladığı…
Ailesi için iyi bir çocuktu ödevlerini yapan peki eksik nerdeydi bu yapbozda kayıp parça nerelerde kimin elindeydi… Kim elinde tutuyorsa o parçayı kim tamamlayacaksa bu hikâyeyi hemen gelmeliydi çalmalıydı kapıları. Bir an önce evin duvarlarına işlemiş bu acıyı dindirmeliydi gözyaşları ile rutubetlenen yüreği kurutmalıydı artık…

   Ne gelen vardı ne giden duvardaki adam… Sinmişliğin verdikleri ile susmaktan başka çaresi olmayan mahkûmlar gibiydi evet o bir mahkûmdu… yargılanmıştı ve aşktan hüküm giymişti… Cezası yalnızlıktı…

“Yüzünü dökme küçük kız
Bırak üzülmeyi
Bir tek misin bir düşün
Unutan sevilmeyi

Her siyahın bir beyazı
Gecelerin gündüzü de vardır’”


   Diyordu ve yaralara merhem çalmaya koyulurken anlıyordu mahkûm bir o değildi herkes gibi yaşamıştı sevdasını gidenlerinin arkasından bakakalmıştı… Artık üstüne kapanan kapılar vardı kilit altındaydı bütün duygular artık sorgular vardı ona sorulanlar, işkencenin en hasıydı bu hatırladığı anılar…

   Duvardaki adam iyice sindi içine. İçine doğru akıttı artık yaşlarını içine doğru kanıyordu yaralar içine… Derinlere gömdü düşüncelerini… Anlamak geç de olsa anlamak olmuştu: bu coğrafya da aşk yasaktı. Darbe yapılmıştı sevginin cumhuriyetine, değersizlikler hüküm sürünce hayatta çıkarlara dayanınca ilişkiler zaman belirleyince sevginin derinliğini, derinliğine seven olmadı ve Yılmaz Erdoğan girdi araya;

“ Aşk yasaklandı artık halka açık yerlerde
  El tutmak yol açıyor diye hesapsız susmalara
Kaldırdık tüm tutuşmaları
Yasak kelime oyunu yapmak
Yalan söylemek mecburi ve serbest ayyuka çıkmak
Artık yağmur sonraları toprak kokmak yok
Tomurcuklanmak günah ve bir insan gözü yüzünden
Yüz gün art arda uyumamak
Kimse ölmesin diye kimsenin arkasında
Her Sevdalı verdiği sözü geri alacak
Güneşi ayı hatta hiçbir tabiat olayı şahit gösterilmeyecek hiçbir sevdaya
Ne deniyorsa onu atacak kalp
Ve süresi yirmi dört saate çıkarılacak meskûn mahallerde ağlamanın”

Ağlamakta bu darbeyle yasaklanacak…


     Kaskatı kesildi, mahkûm artık insan değildi, o mahkûm edilince fişlenince bitmişti insanlığı, içeri girdiğinde kaybetmişti değerlerini dışarıda bırakarak gelmişti. Artık mahkûmda değildi… O bir acının mahkûmluğu bile sorguladığı bu iklimde artık bir heykeldi…
     Kimse dokunamaz diye düşündü artık kimse kalbini alamaz ondan umarsızca…
Oynayamaz oyunlarını kurallarını koyamaz. Adına şiirler yazıp yazıp sözleri verip verip terk edemezdi paylaşıp her şeyi bir gece çıkıp gidemezdi, terki diyar edemezdi…
Korunmak için duvarlar ördü kendi kendine nerden bilirdi günün birinde duvarlar üstüne yıkılacaktı…
Artık dayanamıyordu katılaşma sürecinde önce kalbi taşlaşmıştı gelen giremiyordu içeriye çarpıp çarpıp gidiyordu her gelen bir hasar alıyordu ve bütün bedeni taşlaşınca artık içinde bir kalp yaşatamayan mahkûm bir heykelcik adını almıştı…

      At kendini sokaklara birazda nefes almaya çalış yoksa öldüreceksin, her hücrene ölümü böylesine salmışken… Arşınladı şehrin sokaklarını söz vermişti peşinde götürmeyecekti acılarını…
 Yapamıyordu her sokak başı onu hatırlatıyordu her adımda o anılıyordu artık çığlıklar büyüyordu içinde o yalnızdı terk edilmişlikle ya da gidenler ile gelmeyenlerle yalnızlığın en acı halini tatmıştı…


     Adımları onu bir uçurumun kenarına getirmişti… O uçuruma hep 3 kala duruyordu bu sefer daha mı ileri gidecekti hep merak ediyordu boşluk nasıl bir şeydi… Hep atlamak istiyordu sırtını yalayan rüzgâra inat sonuna kadar yaşamak istiyordu bir kere olsun…
Adımları uçuruma yaklaştıkça ayakaltına alınmış bir ömür yatıyor geride kalmış yakınlar iyi gün dostları var…
Arkada bir ana bir baba kalacak beklide ama geride düşünülemeyecek o an uçurumun kıyısına gelipte… Terk edişler yalnızlıklar gözyaşları düşünülmeyecek…
Yapamadı boşluğa 3 kala geri döndü bir umut elinin boşluğunu yüreğine bastırarak yüreğindeki boşluğu kapatamayarak…

     Artık gözleri boşluğa bakıyor ne uçurumlar ne yalnızlık nede başka bir şey işte sadece ileriye bakıyor…
Yorgun savaşçı köşesine çekildi yine… Denemek için bir kez daha son bir şans vermek için kendine ve aşkına…
Huzursuzluğunu döndürecek huzura, geldiğinde kanayan yerleri her dokunuşuyla kapatacak birini bekliyor o köşelerde…
Umutla daldı gözleri uzaklara, gözleri ve yüreği güzel adam hazır artık sevmeye…

Tramvay Sevgiler...




Gözlerinin düştüğü yerler asıl olunması gereken yer… Gözlerin nereye düşüyor kim bilir düştüğü yerlerde ne sancılara gebedir… Sonuçlarına nedensiz bağlanışların olduğu yolların sonunda olduğum yer… Uzaklara doğru atılan her adımda hissedilen her acıda hesapsız sorgular var… Adını koymak olsaydı attığın bu imzalarda mühürlediğin yüreklerde anlamlar yüklemek kolay olurdu…

Bu evde son gecem diyorsun gitmek istenilen yerler var biliyorum benimde oldu belki de dünyanın da… Hayallerde yaşayan o yerlerden yapmalı harcına biraz sevgi biraz sadakat azıcık huzur katmalı… Sadece hayallerde olacak olan senin dokunamayacağın bozamayacağın sevgiler inşa etmeli… Yüreksizliğinden aşınmayacak temelleri olmalı bencilliğinden etkilenmeyecek kolonları ve her gidişinle ortaya çıkan sarsıntılarda yıkılmayacak duvarları olmalı… Her eklenen katta hayatın yorgunluğu değil uyanılan her güne seni uyandıran güneşe gitmek bilmeyen sevince bir teşekkür sunulmalı… Yükseldikçe saygıyı azaltan bir ters orantıdan değil yükseldikçe senide sevgiyi de yücelten bir doğru orantı kurulmalı… Göğe dayanmalı sınırları bu hayatın koşuşturmalarından uzak insanların aklının ardında fotokopi gibi çoğaltışmış aşklar değil aslı noterden tasdikli bir sevda masalı olmalı…

Nerdesin söyle yükselsin sesin bir yerlerde aynı gök kubbede başka canlarda can olsak ta yükselt sesini karışsın uzay boşluğuna benim hayatımı bölsün sesin tam ortasından… Kardeş payı yaptık bir sana bir bana sevgide ama bir baktım elimde birikmiş hüzünlerde hep sana hep sana denmiş… Ne yapıyorsun söyle hangi çıkmazlardasın hangi uçurumun kenarlarına götürüldün hangi hesaplar arasında kayboldun nereye ait olduğunu inkâr eden bir senle mi kavgan yoksa boşluğa ait olan bir bedenle mi?
Neden gözlerin avutarak bakar birilerine avuçlara damlayan her sessizlikle cebelleşir vurgun yemişsindir bilmende gerekirdi derinlikler boğar seni… Hangi yerler götürdü seni hangi taşıt hangi yol acımasızca çizip geçti içimi hangi yerlerde hangi sarılışlarda bozdun masumiyeti değiştin dürüstlüğü tenden bir kalbe…


Hayatıma hoş geldin dediğin günler kadar gerçekti çek git deyişin… Hoş geldin demiştin hayatıma acılarımı sarmaya bu kalpte atmaya… Zamanın bir köşesinde saklanan sevdam bilinmezlikler arasında böyle mi tükenecekti böyle esir mi düşecekti düşman eline… Kaç bilinmeyenli oldu bu hayat denklemi elimizde sorularla sorunlarla başka verisi olmayan… Kim çözecek şimdi söyle hangi hayat âlimi gelir açıklar gidişlerini hangi filozoflar saracak diye yaralarımı kurar cümlelerini? Üstüme sensizlikle kapanan bu kapıları hangi yürek açar ve hangi yürek bu kadar adam olup bu yarada kanar? Hangi boya hangi fırça darbesi siler şimdi bıraktığın izleri?

Sevda yolu dedik çıkarken bu yola yol vardı önümüzde hayatta dedik ona… Hangi araç bizi ulaştıracaktı yolun sonuna yolun sonunda olmak gerekirmiydi acaba? Kimle çıktığını bildiğin ama bunun dışında seçim hakkın olmayan bu yolda oy pusulaları da dağıtılmamıştı oysa… Bir isim takmak gerekirdi eskisi gibi değildi zaman aşımına uğramıştı, evrim geçirmişti ilişkilerde, başkalaşan kelimelerde cümle kuruldu adını koymak, bu aşkın adını koyalım, bir kulp takalım yapbozun son parçasını yerine koyup şaheserimizi bakalım…
Adı bu tramvay sevdalar… Gittiğin yol önünde sonuca ulaşmak önemsiz herkes için sonunda ne olduğuyla ilgilenen de yok belki de ama işine gelmediğin yerde inmek için, yarıda bırakmak için bu hikâyeleri, kaçmak için canın sıkıldığında gitmek ama kıstırıp kuyruğunu bir başka durakta geri dönmek için bu isme sığınıp kaldık… Ne diyelim hayırlısı olsun hoş geldin sevgilim hayatın gerçeklerine hoş geldin tramvay sevgilere!



Sil Baştan...




Gözlerim kapanmış dünyadan dışlarcasına kendimi susturmak istemişim dışarıdaki çığlıkları. Hissetmekten kaçmışım, hayata dair ne varsa sıyırıp atmışım karalanmış bir sayfa gibi… Çevirip yeni sayfaya adamışım kendimi ‘‘sil baştan başlamak gerek’’ diyor ya sileceğimizi almışlar elimizden sayfalar koparıyorum geçmiş yazılı defterlerden… Yani bir sayfa arıyorum beklentilerimden umutlarımdan yaşamaktan yana karalayacağım… Yolların arasından akıp giden dur duraksız bir sevda bense duraklarda bekleyen bir manzara, yollar ayrılmış seçimlerden yana her şeyin bedeli var. Ödemek için durduğunda adımların senden yana oluyor sana inat geçen zamana karşı. Adımlarımızın bizi getirdiği yer burası son durak artık yanımda değil karşımdasın ve içini bu kadar net göremezdim yanımdayken ve biraz sonra sırt sırta verip başka ömürlere konuk olacağız. Her doğru kendinden çıkan sanrılarımız vardı iki ile ikiyi bir tek biz beşlerdik ve bu sorun değildi bir yanılışta olsa; sana geriden bakmanın adıydı aşk itiraf ediyorum…



Önümde yollar uzanıyor... Hesabı sorulmalı bir şeylerin içimdeki gelgitlerin hesabı ya da birden boşluğuna düşüşümün ve adına sensizlik diyişimin… Bu kavramı içime sindirmem lazım. Santim santim işledim yokluğunu içime hesaplarımı yollara yükledim. Bağrışlarım yankılarım bu yollarda soluklandı ve suskunluktu adı dar sokaklarda ayrılık kaçkınları aşk çıkmazlarındaydı… Suç vardı, suçla yargıç vardı yargılayan ve kendimden bertaraf ettiklerimi senden yana ellerime aldım ellerim ceplerimde yürürken… Apartmanlar vardı önümde göğe doğru yükselen ve diplerinden çöplerle beslenen aldım ellerime düşünmeden anıları senden kalan tek sayfaları burada dedim ayrılmak zamanı ve buruşturup attım yılların yaşanmışlığını arkama bakmadan bile kaçtım itiraf ediyorum…

Selin'in Nehri...

Nefes alıyordu şehir o gün. Rahatlamıştı. Hayat yaşanmak için başucunda beklerken insanın, hep çekmece içlerine saklardı. Geç kalınmışlık sarmadan ruhunu insanın; çıkarmak gerek onu tozlu raflardan, almak gerekir kitap aralarında kalmasın yaşanmışlık, küçük anlar dur duraksamaz hayatımızda nefes aldığımız, o gün elinden tutup birini gitmek istiyorsan durma. Birkaç kişide aynı tuvalde olabilir ve farklı renklere boyanır hayat, senin yorumlarında canlansa da herkesten eklenir bir fırça darbesi…

Yollarımız ayırıpta iki kişi kaldığımızda fark ettim bazı insanlar vardır; yanlarında teksinizdir aslında, yanında yalınlaşabileceğiniz kişiler çok azdır, o siz gibidir sizde o, aynı pencereden bakarsanız belki karşılıklı belki yan yana ama aynı yerde olmanın verdiği mutluluktur. Belki de aynı paydada buluşmaktır rahata erdiren. Huzur uzaklarda değilmiş yol alırken sahil kenarında dışarıdan bakarken bu resme anladım.

Bugün kapanırken zaman diliminde, karanlık çöker usulca, martı sesleri arasında yürürken anlarsınız hayat bahşedilmiş bir lütuftur aslında. Deniz ve martı tablosu insanı hayran bırakır, özgürlüğün simgesi belki de beyaz bir martı aşkın anahtarı ve o hikâyeleri zalim kral araya giripte ayırdığında fakir köylü ile prensesi martılar taşımış mektuplarla aşklarını ve bir gün düşürünce mektubu yüzyıllar boyu aramışlar aşkı deniz üstünde.  Martının denize olan aşkıdır hayat, bir girip bir çıkarsınız, martı sesleri arasında geçen bir balıkçı teknesinden bakarsanız anlarsınız deniz nasılda tutkudur.  Bazen kapatıpta kendimizi benliklerimize anlamak ne kadarda zor gelir. Tekneye çarpan her bir dalga hatırlatır küçük bir öğüt gibidir: anı yaşa, o an insanın hayatında bir bölünmüşlüktür, tıpkı teknenin ilerlemek için dalgaları bölmesi içinden geçmesi gibi…

 O gün benim hayatımın içinden biri geçti, ismi saklı gök kuşağında yıllar sonrada hatırlayacağım yol üstünde bir kestaneciye yaklaşımı belki de… Soğuk havalarda içimi ısıtan dostun sunduğu kestane tadında bir muhabbet,  ilerledik, yürüdük her an bir tatlının damağımda bıraktığı tat gibi benliğimi sardı… O an dursun istedim dünya, paylaşmak için el uzatmama gerek kalmadı o an… Bir armağandı…

 Hayat bir yer kapma savaşı olmamalıydı, herkes yerini bulurdu. O dediğinde anladım: her şeyi bırak oluruna su akar yolunu bulur… İki bardak çayın içinde dağılan şeker taneleriydi hayat ve balıkçılara bakarken hayattan çıkarımlarımdı o benim. Hani balıkçıları da yaz dediğinde bilemezdim böyle bir armoni nasılda büyüler insanı… Kelimelere sarıldığımda o anları ölümsüzleştirmek için karşı kıyıya geçecektik belki de. Birlikte yollar aşacaktık, hayatta küçük mutluluklara tutunmak lazım, hırsını alıp arkana yol almak,  bu kadar basit, bu kadar verici değildi hayat o anı söküp aldık biz, anlattığında sesinde olan duygu yoğunluğuydu, onun gözüyle hayat küçük bir kızın yağmurlarıydı, gözyaşı ıslatmasa da bizi, çıkarken yağmura tutulmamız bundandı… O hediye ettiği birkaç saatte biz hayatın şiirini yazdık:


Bakışlarında akıyordu hayat
Aslında basit bir denklem
Yaşam denen sanat

Söylenmesi zor
Birkaç cümle
Ya da bir iki kelimede

Onu bekliyordu
Bugün içimden geçti
Anlar hediye etti

Yaşanmışlıktan yana
Saf ve anlamlıydı aslında
Bir balıkçı kasabasında

Yaşanan bir hikâye
Zaman için saat veya saniye
Ananesi bekler evde
Düşünceli
Bir o kadar sevgili
Gerçekleşecek biliyorum
Hayattan yana beklentileri

Ve bir dua saatinde
Ellerimin içinden akan
Dudaklarımdan
Gönlüme kayan
Hayırlarla dolu bir hayat
Bu onun hikâyesiydi
Adı da
(Selin’in)
Gür akan nehriydi…


Mucizeler Prensesi...


Acının en yaşanılası hallerinde kalemim elimde kanlı sayfaları yalayıp geçiyor… İz bırakmak değil derdim izlerim bedenimde, ruhumdaki çiziklerde… Şimdi kendi kalemimle kendimi çiziyorum… Alıp ruhumu da gidiyorum, nereye bilmiyorum? Gidecek ne bir ana evi var ne bir taş taş üstünde kalmış baba ocağı… Alıp ruhumu gidiyorum şehirler dolambaç önümde yolları karışmış nereden nereye çıkılıyor bilinmiyor. Adresi soracağım… Nasıl gidilir diye bilen var mı nerden bilsinler onlar sadece bir durak gibi gelip geçtiler hayatımdan… Müsait bir yerde inecek var şoför bey, köşede bir yere bütün kötülüklerimizi kusup devam edelim yolumuza… Aynı güzergâhta hayat başkalarıyla kesiştiğinde ancak duraklarımda kalanlarla arkalarından bakmakla geçti hayat… Bir bardak su döküyorum belki bumerang misali dönersin diye seni beklerken dönen sadece acı hüzün keder… Bu sefer diyorum bu sefer uçurumun kenarında olmak bitirecek… Noktayı koyacak diyorum… Hayır diyor sen böyle güçsüz olmazsın diyor, ben böyle tanımadım, böyle tanıtılmadın sen mucizeler prensesim diyor… Mucizeler gerek bana iki gözyaşı hesabı yaparken damlalarımı sayacak makineler icat olunmadı… Ağırlaşıyorum iyice taş yerinde ağırdır evet ağırlık var geçmişim kambur sırtımda battıkça batıyorum gelecek bataklık artık çıkması imkansız… Karanlık çöküyor gözlerime ay doğmak istemiyor herkes gitmiş .biletini sadece gidiş bileti kesilmiş gidişler var dönüşler bizden yana değil. Dönüş yolu kapalı çığ düşmüş kapalı kalacak çıkmaz sokak işte bildiğin önünde uzanan… Ölüm kokan baharlar gelmiyor adına küresellik diyorlar sebebi ne olursa olsun baharlarımı benden çalanlara lanetler savuruyorum bir dalından kopan yaprağa yazılı isyanlarım… Bir rüzgâr esiyor savuruyor beni ve içimdeki çıtkırıldım duygular çatırdıyor ve sessizlik boğuyor beni ve sensizliğin içinde bir kasırga… Bir yerden MT bağırıyor ‘‘ bil ki tek kanadığını kırdığın bir kuşum ‘‘ ve kırık kanatlarımla önümde uçsuz bucaksız hayat diğer kanadımla yola devam nereye kadar… Acının bu en yaşanılası hallerinde…

Maskeli Balo...






Çoktan beridir yazılar yazıyorum, ilk cümleye başlamak en önemli olanı gerçi konu aklımda yazmak istediğimde biliyorum ama işte başlayamamak sorun… o ilk cümleyi yakalamak tıpkı karışmış bir yumaktan ipin ucunu yakalamak gibi…

Yazılarımı okuyan insanlar bir sürü sözler söyledi ama sen, sen ne dedin? Kara mizahçı yazıları biraz daha sakla, evet, gizleyelim acılarımızı o kadar derinlere gizleyelim ki sadece uyuşmak çözüm olsun, sadece uyuşma hallerinde görelim gerçek yüzlerimizi. Hâlbuki ne olacak birkaç metre derinlik yetmez miydi gizlenen kişilikler için ama yok şimdi allayıp pullayım, kelimelerimi hazırladım, sana eşlik etsin diye bu maskeli baloda…

Acı vardı evet, kelimelerimden kan damlıyordu. Keskin bıçak parmak uçlarım kendi tenime geçirmiş bekliyorum öylece. Ağlıyorum sabahlara kadar, kaç gece devirdim sen biliyor musun? Bu cümleler karamsar ama gözyaşlarım hep gamzelerimden geçer be kara mizahçım bilmez misin her ağladığımda duraklarını gülümsemelerden seçer yani aslında gülmek ağlamakla eş değerdir bende, o yüzdendir yazdıklarım ağlatırken güldürmez seninkiler gibi. Gülen her suratta bir gözyaşı kayıptır, kelimelerim gider bulur hepsini…

Karamsarım evet ne olmuş yani. Aynı gözlüklerle bakmıyorum diye hatta ben çıplak gözle baktığım için neden sorun olsun ki? Çıplaklık iyi değimlidir birkaç çaputla ayakta durmaktan? Ne var yani giyinince ne oluyor yani örtülü diye altında ne olduğunu bilmiyor musun ya da örtülü diye onun orda olduğu gerçeğini kim değiştirebilir ki? İşte aynen böyle her şey karaysa, insanlar bunun üstünü örtmüşse ya da sırf görmemek için doğuştan körlüğe razı gelmişlerse ya da gözlüklerle dolaşıyorlarsa bu her şeyin kara olduğunu değiştirmez ama pardon unuttum bu maskeli baloydu… Herkes önceden kabullenmişti yola çıkarken daha oyunbozanlık yapan benim, küçükken oyunları bölende hep ben olurdum, kurallar bünyemde alerji yapıyorsa yapacak bir şey yok, cız uzak dur demekle uzak duracak dönemlerden geçtik, o yolar bitti, çok döndük tırmandık, inişe geçtik, hani dibe de vurduk en sonunda. İşte nerde olursan ol hep kapkaraydı resim elindeki fırçada paletindeki renklerde… Çünkü aslında hiçbir şey yoktu yoklukta kaybolmuştu, ben bunu kabullendim, senin yadsıdığın, sadece içtiğin zamanlarda kabullendiğin, ayık zamanlarda benden kaçışın bundan, korkuların öğretilmişlikten değil hep var olduklarından korku ve bunun için bir şey yapamayacağından çaresizliğin…

Giriş kadar sonuçlarda önemlidir yazıda. Genel yargılar böyle ya da okuyucuyu düşünen yazar kişilerin derdi. Hâlbuki yazıyı istediğim yerde sonlandırırım, keyfimin kâhyası mısın der gibi koyarım noktamı. İstersem sonuna gelmem, bakarsın öyle, amacım öğretmek değil ki, olsaydı giderdim sonuna kadar, amaç yok burada, burası ayrı, anla, hayat değil, yaşamak için sebeplere ihtiyacın var, sürece hatta ve etkilenen sonuçlara… Ama burası benim çöplüğüm ötmek istiyorsan hadi kendi çöplüğüne…

Komada Martı...


Olduğu yerden doğruldu, rafa uzandı, birkaç eski mektup tozlanmıştı onları aldı telefon çalıyordu, koltuğun kenarına yeni ilişmişti. Bir şarkı koymuştu onu özümsüyordu... Şarkı geçmişten gelen bir dost sesiydi… Zira telefonu açtığında da aynı sesi duydu…
—“yine oldu’’ dedi telefondaki ses
—“yine gitti’’…
Ve her gidende hatırlanan bir dost olarak üzülmekten başka bir şey düşmüyordu payına. Hâlbuki son karşılaştıklarında ne kadarda acımasızdı. Sözler nasılda yüzüne çarpmıştı kadının… Hataları ve bedelleri yalnız bir kuytuda solumaktan başka bir şey değildi, bütün dost ellerinin çekildiği o zamanda…
—“ne yapabilirim’’ dedi kadın
—“ne yapabilirim, bu sefer bulaşmak istemiyorum’’
—“bu sefer bulaştırma beni kirletmek istemiyorum’’dedi…
Bir kere bulaşmıştı, içi acıdı kadının, kendine ihtiyaç duyan bir ses ve yılların getirdiği ile sesini kıstı;
—“tamam, bu da geçecek ben varım’’ dedi…
Hâlbuki o daha çok kısa zaman önceydi görmek istemiyorum diyen, yanıma onun kokusuyla gelme diyen, onun kokusu, onun bakışları üstüne düşünce ben nasıl bakarım nasıl dokunurum sana diyen… Kadının önünde iki yol vardı, hani o şarkıdaki gibi iki yol var demiştim ama hepsinin sonu aynı yani hangisinde yürürsem yürüyeyim herkes payına düşeni alacaktı, ben hem senden oldum hem ondan, eksilterek yaşadım sanki her gün aynı şeyi yaşarcasına demir attım geçmişe, sanki hep orda kaldım, her gün mahkeme kurdum beynimde, aklamak istedim kendimi senin karşında ama kendimi idam ettiğimde kendi sesimde, susturamayınca vicdanımın sesini en çok o zamanlar kanattı içimi, çizip geçtim sana verdiğim acıların bedeliydi, acı ellerime kadar inmişti ellerim bile acıyordu sanki benden geriye ayak izlerim hep kanamalarımdı…
Hayat kanayan bir yaraydı dedim paslı bir bıçağın açtığı ve bıçak dostun elinden elime düştü bir ara dost sandı ki ona karşıydım, hayır ben oklarımı hep kendime sapladım. Kendi boşluğumda o kadar yoktum ki o kadar nefessiz kaldım ki bir gün ben olan adam bile dindiremedi acımı… Hayat tek yönlüydü ve doğrultumu şaşırmıştım, hâlbuki ben sana doğrular çizerken meğer ne kadarda teğet geçmişim ve ben ne kadar geride kalmışım. Puslu bir cama yazılan yazı gibisin ömrümde… Hani derdin ya biri gelsin seni senden çok sevsin, sen gitsen de dünyayı dolaşıp gelsen de sevsin seni… İsterdim dost çok isterdim gökkuşağında uzak iki renk gibiyiz artık… Derin vadilerden akan iki nehir… Keskin sınırlarda iki zirve, sırt sırta iki düşman belki de artık, nefretinde yok bana karşı ve bendede sana kalmadı hiçbir şey bitti, sevgili gibi yarıpta içimi gittiğinde… Oldu bir kere geri alınamaz sözler çıktı ağızdan, yayından çıkmış ok gibiydi kader tutmaya çalıştıkça nefesim kesildi… Aynı adamda bizi buluşturan neydi bilmiyorum, bendim sen gibi ya da sendin ben gibi… Bir elmada iki yarım olabilirdik aslında ama aramıza başkalaşan kişilikler girdi, uzak zamanlarda kaybettiklerimiz. Şimdi eşitlenmiyorsa paydalar benden uzakta bile, hala aklımın köşelerinden çıkıp geliyorsan bir şarkıyla, ses oluyorsan vicdanımla, bir koku duyduğumda seni hatırlatan en yaşanılmaz anlar… Belki zamana güvendim, geçince affolunacağını düşünmekti beni yaşatan ama artık her oturduğumda, koltuğa iliştiğimde senden kalan bir iki satırla geçmişe atılan demir artık kalınamaz oldu, fırtınalı olsa da hayat akıp gitmek gerek, uçup engin gökyüzünde kaybolmak gerek, bir yunus gibi kaybedince yarışı geminin pervanesinde intihar etmek gerek… Ayağı değdiğinde suya bir hançer saplanır bağrıma, kelimelerim bile sen söz konusu olunca dönüyor arkasını, herkes giderde onlar kalırdı ya yok sen haklısın… Üç yanlış sildi hayatından beni. Ve bende üç doğrun vardı bir yanlışı affettirmeyen… Artık siyah beyaz gibi gece gündüz gibi peşpeşeyiz kovalarcasına günleri, ayları, yılları artık kavuşamayız. Ayrı coğrafyalarda yaşamak tercihini kullanıyoruz ne varsa bağlayan bizi hepsini koparıp attık, artık bir telefonda ses kapıda bir yumruk olamayacaksam, şuan bu vakit birkaç kelimeye sığınabiliyorsam affet beni, hep sen haklıydın, ben bilinçaltının mağduruyum, hiçbir psikolog koltuğu aklayamaz beni, hipnozum geç kaldı ve ben kendi içimde kendi paradokslarımla baş başa cezama razıyım ama unutma iyeleşemeyen bir tek sen yoksun geride anla beni de…

              Her şey yarım kaldı
              Artık komada martı…



Zeynebim...

Bitti mi ?
Kapının eşiğindeyim affedilmeyi bekleyen bir ben olarak hata yapıp sahibinin ayakları arasında gezinen bir kedi gibi ulumalarıyla aslında sadık bir köpek gibi…yapılan yanlışlardan dönmek için bekliyorum bir sözünle bütün hayatımı sana ait kılmak için bekliyorum…
Sırtım dönük sana göremezsin gitmenin ne kadar zor olacağını senden, bende açtığı tahribatı göremezsin yüzüm nasıl düşmüş nasıl yıkılmış dünya üstüme bilemezsin …
Ben gidiyordum ama gitmemi istediğinden, affedilecek yanı yoktu her hata her acı yazılmıştı ömrümüze, istediğim bu değildi biçtiğim hayat ikimize …her affedişinde bu son demiştim belki de ama biliyorum bir kere bir kere daha affedilsem sanki silinecek bütün karalar gönlümden…
Arkam dönük sana sevgimin dönüklüğü kadar …yüreğimi bıraktım sende gerek yok ki atmasına artık…arkam dönük sana ama göz yaşlarım da en derin yerden akıyor yolu çizilmiş sana…
Sırtım dönük ayrılığımıza çalıyor her şarkı nerden bilirdim ki bir şarkı bu kadar içime sinecek hatalarımla vardım ben…dönülecek yollar değil mi bunlar dönmek istiyorum ama kabul edilmeyecek şeyler mi bunlar kocaman aşkımızda anılarımızda ama bir ama daha ve sen bu şarkıyı bana bırak git diyorsun sadece git diyorsun her gitin içimde kopardığı, yerinde kalan sızıyı hiç anlama; bir tek şeyi anla hatalarıma rağmen kıyamam sana

Nasılda başlamıştı oysa nasılda düşmüştün gönlüme sanki bir cemre gibi tek insan ben değildim hayatında biliyordum farklıydı sana yaklaşmam ama her defasında kırıpta nasıl geçtin nasılda deldin yüreğimi tam ortasında adınla…
Sana geldiğim gün, bana geldiğin her gün kutsaldı benim için…bayramlar yapardım bana baktığında elimi her atışımda kollarına…ellerine uzanamamıştım ama olsun sana dokunmak bile kutsaldı benim için erişilmez bir tanrıçaydın ve ibadetti sana bakmak ..
Şimdi demiyorum artık beni affet  bırakmayacağım yüreğini kafeslere tutsaklıksa bana aşık olmak…affetmek bu kadar zorsa, sana gelen bütün yolları bu kadar tıkadıysan bu kadar  gerçekse başladığı gibi bitecekse gelemem artık sana yollarımı çıkmazlara bağladım, kendim ettim senden yolları kendim ayırdım kendi ellerimle … her defasında masum bir çocuk gibi nefes aldım yanında seni kırmak değildi, özgürlüğüne son vermek sana rağmen bütün kuralları çiğneyip seni yok etmek değildi amacım istediğim affedilmekti belki de son bir şans ama diyorsun ki hep ben affettim hep ben ama bende sen affederken ; kendimi hep sende affettim bu seferde affet bırakma idam etmeyeyim kendimi bu aşktan bu gidişten yana  
Seni nasıl kırdım bunu sana bize nasıl yaptım bilmiyorum oysa dalında nasıl narindin nasılda kırılmaya müsaittin ben istemezdim böyle olmasını yaptım kabul ediyorum hatalarımı, belki de defalarca hatam kadar gerçektir ama seni sevdiğim , hatam kadar affedilmeyi beklediğim yine dünya sırtımda, sana bağışlatamadığım kendimi attım uzaklara senden haber bekliyorum hakkım olmasa da şimdi radyoda bir parça afetim diyişin kulaklarımda, bil ki  sevdiğim sensin bir tek sevdiğim Zeynebim





Kıyamam Sana...






‘‘Bir gün anlayacaksın neden sessizce gittiğimi
Senden vazgeçmek uğruna nasıl bir savaş verdiğimi ’’

Bir aşkın son haliydi elimizde kalan bizim yaşadıklarımızın ötesinde ve her şeyin bittiği o gün ve yerde… Beni anlayacaksın kalamazdım sana rağmen yaşatılan bu aşkta kalamazdım… İç burkan baharlardan sonra pencere önlerinde bekleyişlerimde kalamazdım… Her yer değişiyor herkes iklime, doğaya, zamana ayak uydurma eğiliminde ben sana ayak uydurmadığımdan kalamazdım… Hep bir öne adım attığında beni sürüklediğini düşündüğümde kalamazdım… Bu büyük sevdanın altında böylesine ezileceğim böylesine kabuğuma çekileceğimi tahmin bile edemezdim seni ilk gördüğüm o anda… Uymasa da maddenin hareket kanunlarına sana doğru yol alışım vardı seni o ilk gördüğüm anda hani üstünde gri tişörtünle poz verirken tren garlarında nerden bilecektin ki her gün gizli bir aşığın aklında yer edeceğini… Nerden bilecektin ki bir hayalet gibi gelip hayatına yerleşeceğimi… O günlerdeki gizlilikte gidişime emanet o yüzden bu susmalar o yüzden bıçak kemiğe dayanmış o yüzden artık gıkım çıkmaz aşk oyunlarına işte diyorum ya anlayacaksın o sebepsiz susmaların altında bir gidiş hikâyesi beslediğimi ve anlayacaksın nasıl kanatarak bıçağı kemiğime dayayarak deşerek aynı yarayı, gittiğimi… Gidişime bir isim bulamazken tek anladığın şey bu olacak ben senden gitmek istemeden gitmek zorunda nasıl kaldım anlayacaksın sen severken birini oda seni severken ben nasılda acıttım kendimi ve anlayacaksın sevgili âşık mıyım değilmiyim?


 ‘‘Mevsim kış olur hani bir yudum güneş bulamazsın
Sonsuz uçurumlardaki çiçeklere dokunamazsın ’’

İşte şimdi senden kalma bir günün sabahında o yolun eşiğine adım atarken ben her şeye lanet okurcasına gidiyorum… Gidiyorum seni benden önce gören gözlere, sana benden önce erişen sevgilere, sana benden önce dokunana ellere her şeye herkese bir sen dışına lanetlercesine… Artık yokluğun güneşsiz bir gün, çiçeksiz bir bahar, dalsız bir ağaç, kanatsız bir kuş gibi çırpınışlarım artık her şey yarım bende sende bıraktığım yüreğimle birlikte almışım bu sevdanın yükünü üstüme sen benim gerilerimde sadece bir adım birde sana olan aşkım sana kalsın hediye… Artık yokluğumun içinde kayıp mı olursun gerimde sevdiğinle kendine bir yer mi bulursun bilmiyorum tek bildiğim sevdiğim artık sensizliğin uçurumlarında o derin boşluğa sarılmışçasına belki dokunmak istersin yanaklarıma ama istesen de dokunamazsın ki bana…


‘‘Her sabah bir sayfa daha eksilip gidiyor ömrümden
Gönlümün yıkıntılarında can çekişiyor umutlarım’’

Gerimde bıraktım senli o şehri yüreğimden söküp attım bu aşkın acıyan yerini… Nedir kanayan artık anılardan yana nedir acıtan geride seni bıraktığım kollarda… Ben can bulamıyorum başka hayatlarda adım karışıyor rüzgârlara savruluyor ömrüm gidiyor zamansızlığın ortasında zamandan çalarcasına…
Biten her günün ardında senden uzaklaşmak var ya işte o gelip oturuyor insanın bağrına akmayan iki damla gözyaşı tadı damaklarımda. Üstüme yıkılan gerimde kalan şehir sokaklarda anılar köşe başlarında buluşmalar hani utanarak gözlerime baktığın anlar… Sarsıntılarıyla başıma çarparcasına tsunami dalgalarını sevdan depremler oluyor hayallerim senden yana göçük altında…

‘‘Ellerimde acı var ellerini tutamam
   Kıyamam kıyamam sana
   Yollarımda ayaz var yaklaşma yollarıma
   Kıyamam sana
   Karanlık gecelere ortak edemem seni
   Kıyamam kıyamam sana’’


Hata mı yaptım bilmiyorum ne yapmalıydım ki? Sen öylesine başkasına aitken nasıl yaklaşabilirdim ki sana nasıl diyebilirdim o benim işte beklediğin nasıl derdim her gece dualarım senden yana nasıl açıklardım senden gizli fotoğraflarını onları saklayışımı her gece açıp bakışımı… Hangi bahane sana getiren yolları artık kaçınılmaz kılardı nasılı yok artık ben karşı koyamadığım bir sevdayla bağlandım sana senin gönlünde başkasında…
Artık susmam gerek biliyorum bu yasak aşkın tohumu içime değil uzaklara savurmam gerek… Senden ve benden yana bir araya gelmemiş cümleleri uçurumlardan aşağı atmam gerek ama bil sevgili artık acım içime sığmıyor senden geldiğim o anlarda artık beni de ezercesine büyüyen acı ellerimde ve bir felç gibi acıyı sevdiğimde kıyamadım ki ben senin sevgine…
Dur sakın gelme sakın açıklaması var, o benim sevdiğim âşık olduğum değil deme sakın bu kadar büyük mü diyip sevgine yenilme biz diye bir şey yok bu literatürde gelme ne olur gidişimi kendimi acılara gömüşümü boşa çıkarma ne dersen de ne yaparsan yap kimi bırakırsan bırak ardında ben burada bu acıyla seni ortak kıldığım hayatımda tek başıma kıyamam ki sana…



Kaza Yaptım...


Kaza yaptım
Bugün
Kendime çarptım
Olay yeri enkaz
İçimdeki çocuk öldü
Kan kaybı ömür
Umutlarım yaralı
Bakakaldım içimden
Kopup gidine
Anıların kolu kırık
Bir kuş gibi çırpınır
Hatırlamak için
Yürek ufak
Sıyrıklarla atlattı


Polis kontrolüne takıldım
Kazaya sebep lazımdı
Alkol muayenesi yapacaktı
0 promil çıktı
Nasıl uyuşmuşum bu kadar
Nasılda uyutmuşum
Anlayamadı
Mahkemeye sevk etti
Kendime kendimi şahit tuttum
Suçlu ayağa kalk dediğinde
Bu işten sorumlum



Acil servisten geçerken
Çocukluğumu morga
Düşüncelerimi yoğun bakıma bıraktım
Hayallerimi alçıya aldılar
Bir iğne ucundaydı
Enjekte etmeye kalktılar
Geçmişi
Şoka girdim oracıkta
Yan etkiliydi yaşanmışlığım
Bünyem kaldırmıyordu


Bir kaza yaptım bugün
Herkesin hayatı değişti
İçimdeki bütün benlerin
Kişiliğim yer değiştirdi
İçim bomboş şimdi
Hastane soğukluğuna
Bıraktım her şeyi
Ayazda bedenim
Ben nerdeyim
Sana da güle güle sevgilim…





Karabasan...


Adam gözlerini açtığında göz kapaklarına bile sözü geçmediğini anlaması çok uzun sürmeyecekti. Açtığında gözlerini tavana dikti, bedeninin sınırlarını düşünüyordu, belki de içindeki ruhun sınırlarını bilmek istiyordu… Kalkmak istiyordu doğrulmak. Sanki uykudan değil de bir harpten çıkmıştı ve yenik düşmüş öylece orda kalmıştı. Bilinçaltıyla savaşmış ve kaybetmişti belli ki… Yoksa insana tanıdık gelen bu yorgunluk neyin nesi olabilirdi. Adam sınırlarını aştı artık, kendiyle savaşında kavgayı başlatanda yenilende o oluyordu… Bir anda karar verdi zaten isabetli atışlar yapamamıştı hiç hayatta seçimlerinden yana hep karavana diye uğultular vardı kulaklarında… Bir apartmanın bilmem kaçıncı katında kalıyordu işte o bilmem kaçıncı daire şehrin bilmem ne sokağındaydı artık hepsi anlamsızdı nerde olduğu ne olduğu… Kaçmak istiyordu telaşla. Telaş evet telaş sözcüğünü düşündü o an telaş sözcüğü hem iyiye yakındı hem kötüye hem korku barındırıyordu içinde hem de bu korku onu motive edecek kadar besliyordu. İçindeki telaşlarla besleniyordu yıllar yılı farkında olmadan. Takvimden bir sayfayı koparıp atarken içinde ki hayvanı besliyordu o… Koşarken buldu kendini, sınırlarını kendi daraltmış aldığı havayı bile kendine zehir etmişti, kendini boğmaya mı çalışıyordu ne? Saatlerce koştu köşeler döndü yollar geçti bir baktı sona gelmiş, geri dönmekten bu sefer korkmadı ve istediği yere gelmişti; otogara… Hayatının çıkış noktası burasıydı çok el sallamıştı otobüs arkalarından belki şimdi başkasının eli olmayacaktı ardında ama gidecekti, karar verdi… Yola çıkacaktı. Biletini aldı… Perona geldi… Otobüse binene kadar içindeki sesi kıstı, bekle diye kendine temkinlerde bulundu, aslında konuştuğu kimdi, kaçıncı kişiliğiydi… Geceleri yarasa gibiydi uykunun haram olduğu sabahları bir kedi şefkate muhtaç işinde bir hırslı bir boğa olan adam kaç kişilik barındırıyordu çatısı altında…

Binerken otobüse gülmeye başladı, kimden kaçıyordu karabasanlarından, bilinçaltından, yaşadıklarından… Yaşanmışlığı bir bavula bile sığmayacak kadar büyümüştü içinde anılarından kaçıyordu ve her bir durakta inmeyi erteledikçe daha da büyütecekti. Güneş usul usul giderken akşamın ilk ışıklarında telaşı başladı; bir kurt gibi kemirmeye… Belki de gece geliyordu birde uyursa yine aynı şey olacaktı gözünü yola dikti yolun çizgilerine takıldı gözleri, çizgiler ne kadar hızlı geçiyordu sabitlerken gözlerini her bir çizgi bir yüz oldu. Hayatından geçip giden insanları tanıdı, aslında bu kaçarcasına gidişlerine anlam verememişti, hiç cevap bulamamıştı, hep sorduğunda hep arkasına dönen bir insan buluyordu karşısında, neden diye kendini yiyip bitirmekten korkuları beslendi içinde… Gitmişti tüm o insanlar gelmiş bir iki dakika soluklanmış ve gitmişlerdi. Anlamıştı aslında o bir duraktı insan hayatlarında ve ancak soluk alınabilecek bir yanı vardı içinden bağırmak geldi bende insanım diye benimde soluklanmaya ihtiyacım var diye o an şehrin üstüne kapattığı kapıları açıldı, zincirlerini kırıyordu, acıların eksilte eksilte anıları, yeniden doğmak istiyordu silmek istiyordu aslında, beynini çıkarıp atmak…

Yola baktı. Keskin virajlarla doluydu hayat ve her dönemeçte biraz daha kontrolünü kaybederek ilerliyordu, yolun sonunu bekliyordu belki de, belki de uçurumlara yuvarlanmak ama artık iyi bildiği bir şey vardı; bu yollar onu varması gerektiğe yere götüreceğine daha bir uzağına atıyordu. Ayakları ileri adım attığını sansa da gölgesi hep önünden gidiyordu hiç fark etmemişti, arkasına aldığı şeyi hiç fark etmemişti demek. Yola baktı etrafa o karanlığın içinde bile görmeyi başardı. Yollar, yol kenarlarında ağaçlar, yola paralel akan ırmak her şey bir bütündü. Ağaçlar gördü onları düşündü, herkes her şey bir amaç için vardı ve her bir şey bir başkasını var edecek bir döngünün parçasıydı. Peki, kendisi neydi? Bu hayatta ben nerde duruyordum, ne yapıyordum dedi. Artık bir bütündü hayat ve o hayatta kayıp yapboz parçası kendisiydi ve yerli yerine oturtmak için yola çıkmıştı şimdi kendini döngünün gerekli yerine ekleyecekti. Hayat daha nefes alınır daha huzur kokacaktı. Hayal ediyordu tek amacı vardı artık ait olduğu yeri bulmak…

Evren kanunu bulmuş gibi sevindi ve gözlerini açtığında solda bir levha belirdi; anılar köyüne beş kilometre kalmıştı… Nasıl nasıl dedi? Birden bir levha daha belirdi acıların diyarına hoş geldiniz, anılara rakım sıfır, nüfusumuz bir milyon… Gittiği her yere kendiyle götürüyordu, hayır diye çığlık çığlığa bağırıyordu uyandığında, yataktan düşmüş buldu kendini, terlemişti, anladı ki bu onun korkulu hikâyesiydi…

Kalabalık...


Kalabalık bir kentin doğurduğu yalnızlıktın sen. İnsanlar vardı çok insanlar. Hayat bazıları için sahneydi ama sen hep en arkadan izleyen oldun. Tek gecelik kararların olmadı senin sabırsızlığın koynunda uyumadan sabahlar oldu. Kent ışıklarından arınmıştı o gün karanlığa doğdun sen, içimdeki aydınlığı alarak. Koca bir kent burası sokak sokak çizdin buraları içine. Sen bu şehre tanrının armağanıydın çok sonralar anlayacaktın kutsanmıştın. Bazıları hayat çizgileriyle doğarlar. Hayat dosdoğrudur aslında yönlerini insanların belirlediği ve sen her şeye anlam katandın… Bir şehrin anatomisiydi çıkmaz sokaklar, bir yanı deniz kıyılarında hayatının şahidi… Bir yanı arkası dönük görmezden gelen insanlar… Sen bu şehre can verdin bir dokundun ben dünyaya geldim. En sancılı günlerdi hayatın, sen geldin. Hayatta her şey kayıptı; bedende ruh, beynin kıvrımlarında düşünceler, satırlarda cümleler,  tablolarda renkler kayıptı. Notaları kayıp bu şarkının ve inanıyordum her şey bir gün sahibini bulacaktı… Notaları terk edilmiş bir ezginin kenarında tutunurken piyanonun tuşlarına seni buldum o şarkının nakaratlarında yinelemekti hayat belki her gün kendini çocuksu hallerinle… Hayata bir ırmak gibi akmandı güç veren bana ve senin ait olduğun o yerde ırmaklar hep doğruya akardı. Yaşanılır bir hayattı senin için şehrin kalbi atardı.

Yollara koyuldun sonra. Adına ömür denilen. Çetin ve çetrefilliydi. Sen oyun kuramazdın çıkıpta oynayamazdın… Upuzun bir yol vardı yine önünde ben ancak elinden tutup seni kaldırabildim yerinden, belki öğrettim birkaç adım atmayı ama işte ordasın olman gereken yerde seni bekleyen bir hayatın başında seni bekleyen sana ait şeylere kavuşmak için. Kavuşmalar yaşadık hayatta sonra ayrılıklar tik tak sesleri bir senden yanaydı bir benden yana siyah ve beyaz gibi karışamadık hiç biz hayat olmadı hiç gri tonlarda… Sen notalarına kavuştun her dokunduğun yerde sızdırdın kelimeleri… Aldatan bir kadındı artık kelimeler her gün notalarla sevişti, anlam buldular sesle ve gözün gördüğüne bundan sonra hislerde şahitti… Yollarda yürürken biliyordum önce bembeyaz günler olacaktı ama hayattı bu ve tersine yaşanırdı ardından yakanı bırakmayacaktı puslu geceler ve sen en
çok bu geceleri sevdin tuttun elinden zorlukların yapıştın yakalarına basit, tek düze, monoton ne varsa etrafta. Sürü psikolojisi ile güderken birileri birilerini sen sesini yükselttin isyanlar çığlık oldu sende ve bir slogandı hayat her şeye rağmen güzel derlerdi.

Doğa gibisin sen, baktığında sana ait hissetmesi zor değil insanın kendini… Berraksın akan bir ırmak gibi. Her taştığında sen bende birikirdi alüvyonların o kadar çok birikmişliğim var ki senden yana göz ucumda olsan, bağrımda nefes alsan, elinin dokunduğu yerde atsam. Adımların var mesela. İzlerin… İzlerinden gelecek insanlar var. Yalnızlık kondurmazdım ve sırtını dayadığında sana boşlukta kalmazdı insan, gözümü kapatsam seni hayatın merkezine koysam orijin olsan yani her şey sende başlasa ve dönüp dolaşıp geldiğinde sormasan, açsan kollarını, alsan yanına, sussak yağmurun sesini duymak için… Sen nerde arasam oradan çıkansın. Hani şu hep denen :’’gökte ararken yerde bulduğum’’. Bulupta kaybetmeye korktuğum.

Geçmiş ayna karşısında bakıyorsun bana… Aynadaki akse şaşırıyorsun bu sen misin yoksa sırt sırta iki insan mı? Tenimde bir dokunuşsun, ruhum da bir soluk. Kendinden kaçmak istediği zamanlarda insanın sığınacağı bir limansın. Sen bir limansın ve ben karaya vuran beden… Sen hastalıktan sonra kalansın herkesin olmak istediği bir yer senin yanın… İyileştirebilirsin sevginle her şeyi ama koca gemilerin arasında kaldım bir tekne başıma, kayboldum sanki görecek misin beni? Hâlbuki yanaşmak ne zordu sana ne kadar uzaktın bulutlar gibi bir şehri sarardın dudaklarından akan kelimelerde beni sarsın…

Ben sana geldiğimde kapıların kilitliydi sınırların çok belli duvarların önümde uzanıyordu boylu boyunca... Keskindi tavırların… Merak edilesi bir bakış açın vardı zaman gerekliydi bize. Dişliler otursun yerine de işlesin hayat bizim yerimize. Yıllar kayboldu bende aylar akıttım gözlerimden elimden günler kaydı gitti seni saatlerde bekledim dakikalarca ve yaşayamadan saniyelerce bitti işte… Artık sınırlarında dikenli tellere battım yaralarımı tekrar tekrar kanattım ve senin sınırlarında kayboldum. Şimdi artık hayalet gibi dolanıyorum silik bir hayat benimkisi… Şimdi sen çalma kapımı, sınırlarımda dolaşma, batamam da sana, kanırtamam seni kendime döner oklarım, döner döner kendimi acıtırım, gözyaşlarımı ırmaklarında akıtırım, anılarımı biriktirip şehrin çöplerinde yaktırırım ve dönersen bu şehre yeniden işte o zaman bulacaksın senden yana dudaklarımdan düşen bir parça… Söylemek zor o zaman kısacağım şehrin bağırtan yalnızlığını ve açacağım kapılarımı; evime dolacak kalabalıklar ve sen bu sefer o kalabalığa doğacaksın…

NOT: Çok sevdiğim değer verdiğim Sevgili orijin arkadaşımız Sarp için yazılmıştır.her hakkı saklıdır kendi orijindir...

Gitme Kal Bu Şehirde...



Şarkının Nazan Öncel'e ait olduğunu bilmekte olup yine de piiz yorumunu eklemiş bulunmaktayım.Nazan hanımın yorumuna şapkamızı çıkarır önünde saygıyla eğilir mikrofonu piiz e kalemi kendime bırakırım...


Gitme Kal Bu Şehirde!

‘bir avuntu biraz keder’ aynı satırda anlam buluyorlardı hâlbuki biz bir cümleye bile sığamıyorduk… Aynı kalpte atmaya çalışsak nafile adrenalin gerekiyordu çalıştırmaya kalbi… Aynı havada solumaya çalışsak nafile bronşlar kapanıyordu… Eller hissizleşiyor ayaklar geriye adım atıyordu mıknatısın aynı iki kutbu gibi sürekli itiyorduk birbirimizi belki de biz sırt sırta iki yaşam yaşıyorduk aynı başlangıç noktasında yönleri farklı iki ışındık ama fiziğe inat optiksiz bir ortamda ışıyamadık. Hiç bir coğrafya taşıyamıyordu bizi ve hiç tarih yazmıyordu hiçbir düşünce açıklayamıyordu ilişkimizi sadece birkaç kelime işte biraz avuntu biraz keder içimizde…

‘ay karanlık hep karanlık’ diyordu radyoda bir şarkı… Ayın hep karanlık yüzü bize mi dönüktü yoksa senin karanlık yüzün gece ile birleşince ay bile aydınlatamıyor muydu dünyamızı yakamozlara gölge düşmüştü senin kirli duygularının arasında… Acıyla yaşanan bir ömürde kanayan bir yürekte kirli ellerinle kanattığın yaraların hesabını tutuyor günü birlik sevgilerde… Geceleri bekliyor zifiri karanlık için seni hatırlamak değil dimağa daha derin izler bırakarak seni yazmak için… Kara kaplı kitaplar var elimde içinde suçlarından bir demet her gittiğin yerde açtığın boşluklar yaptığın tahribatlar anlatılıyordu sen serseri bir mayın pusuya yatmış adresini her an şaşırabilecek bir kurşunsun…

‘geceler kör dilsiz sanki konuşmaz oldu ’dendiğinde içim parçalanıyordu. Çoktan bir kurşun gibi gelip içimde içimi parçalara bölüp gitmiştin serseri mayındın ve büründüğün kostümde çokta donjuana benziyordun. Hâlbuki günü birlik sevdalara demir atmış ağlarını salmışsın denize, her geleni o ağa bir ilmek olarak yerleştirip katmışsın denizin içine, gelen ne yapsın hayat buydu ya av olacaktın ya avlanan birde av ile avcı arasında bir sınır ne olursan ol hep acı vardı hep gözyaşı hep ihtiyaçtandı… Yasaklar yaşananlar ihtiyaçtı kör sağır dilsiz geceler beslenmeliydi ve gelenin umutları ile sevdaya olan hasretleri ile ve hayata son şanslarını sizin elinizle veriyor olmasıyla besleniyordu… Körde olsa avını seçiyordu, dilsizde olsa sokabiliyordu bir yılan gibi suskunluğa zehir salıyordu sevgiyi yürekte daraltıyor o kalpte bu sevgi nasıl yaşar diye kalp sahibi kalbini söküp atıyordu sayenizde…

‘bir ihtimal daha vardı ’ ama imkânsızlığı zorlayarak gittin… İmkânsız aşkının her harfini içime kazıyarak bedenime işleyerek ince hatlarıyla sevdanı gittin… Gittin arkanda yıkık bir şehir bıraktın her yer her sokak her cadde harap oldu ne can kaldı buralarda nede canan hiçbir hayat belirtisi olmayan bu şehir bile düz çiziyordu ve hiçbir etki geri getiremez atom bombası gibi şehrin kalbine bu denli düşmeni… Hiçbir söz engelleyemezdi seni… Bir ihtimal daha vardı elbet ama sana ne kadar gitme kal bu şehirde denilse de topladığın valizlerin aldığın biletlerin gidişe hazır ayakların inkâr ediyordu bir ihtimal daha vardı susmaktı ama ben son kez haykırıyorum şehrin bu yıkıntıları arasında gitme kal bu şehirde! Gitme Kal! Gitme! Git!