5 Şubat 2014 Çarşamba

Ve kumsal...

     
     Her şey bir adımla başlamıyor muydu? İnsanoğlunu var eden o ilk adımı… Bütün dünya meydan okurcasına kalkıp ayakta durduğu ve toprağı ayağının altında ezdiği o ilk adım… Yürüyordu kadın hızlı hızlı adımlarında telaş, geçip gidiyordu kalabalık arasından kimseye çarpmadan hiçbir ruhu fark etmeden fark ettirmeden… Kaçar gibiydi sanki aynı zamanda saklanır gibi… Saklambaç oynuyordu kendiyle ve hem kovalayan hem de kovalanan oluyordu…


             Hepimiz aynı hayatın parçalarıyız ve eksik parçalarımız başkaları ile tamamlıyoruz… O yüzden şaşırtmasın sizi tavrı… Hızlı hızlı yürüyor, konuşuyor, okuyorsa size ait bir rahatsızlığı olduğundan değil; tek yüzleştiği geç kalmışlığı, o içinden doğuramadığına isyanı… Sorgulamayın insan bazen kendisine fazla geliyor bazen de az… O kendisine kendisinden bir tane daha hediye etmek istiyor, bu sefer hedefi on ikiden vurmak, doğru zamanda doğru yerde olmak… Siz bilmezsiniz ama o biliyor…

              Yürümekten bıktı koşuyor o kumsalına doğru kitapları bir parçası geçmişi kalem elinde yazıyor… Savaşıyor sürekli zorunlulukları ile zincirlendiği o kente ve eğer araya girmeye kalkan olursa soluğu arabasıyla bir sahilde alıyor, soluk almak için biraz… Kafasını dayıyor cama ve bir kitap açıyor en güzel yerinden hayatın ortasına…

              Bende bir gün kaçarken rastladım ona kitap ortasında o yazarak geliyordu ve bende tersinden okuyarak… Nasıl olduysa kesiştiğimizde bir satırda o konuşan oluyor ben susan ve dinlemek sanki iç sesin haykırışına kulak vermek gibi… Anlatıyor anlatıyor yazarak ve o olamadığını cümlelerinde yaşatıyordu giyotini korkusuzca boynuna yapıştırması bundan… Acımasız değil aslında… Anne o aynı zamanda binlerce çocuğu var altına imzasını attığı ve anne şefkati ile sarılıyordu kitaplara belki de anne şefkatine en ihtiyacı olan oydu aramızda…

               Onu bu dünyaya Tanrı çizmiş… Kim verdiyse paleti ve renkleri ellerine en çok siyahı severmiş gibi… Bakışları isyankar karanlıktan yana sanki… Binlerce yemin dökülüyor saçlarının arasından ama o incecik gülüşü merhamete inandırıyor sizi… Umut diye bir şey varsa bu dünyada ondaki mutlulukların toprağından yeşeriyor mutlaka... Sigarasının içerken de aceleci sakın bir şey söylemeyin, dumanı içine çekerken sizin için bir tane daha yakacak kadar düşünceli olduğu gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalırsınız o unuttum sandığı çakmağını masanızdan alın ve saklayın; çünkü o kendine ait şeyleri siz anlamadan hayatınızın ortasına bırakıverir ve anlamı çok sonradan kavrarsınız…

               İnsan yorulabilir, dinlenmekte isteyebilir… Bizde yorarız insanları onlarda bizi yorabilirler hepimiz aynı yalnızlığın paydasında birleşmedik mi? O zaman bir iyilik yapın… Bazen durması gerektiğini söyleyin ona yada tutun kolundan sakın sarılmayın, aranızdaki uzaklık kavursun ruhunuzu sıcaklığıyla belki bakışlarınız kesiştiğinde kısa devre yapar tüm şehri boğar karanlığa ama sadece sarsın “sıyrıl” deyin ona, bu içinde olduğun dünyadan ve “gökyüzüne bak” deyin… Bir gökyüzü var istersen martı olup uçabilirsin deyin yalanda olsa söyleyin sorgulamayacaktır; çünkü onun derdi sadece kendisiyleydi ve tek aşkı kendinedir ve ne zaman eğilip baksa suya bir nergis çiçeği biter orada… Taş olur ruhu ve koca dünya kıskanarak gezer durur ardında…


Not: Eğer nergis çiçeğinin mitolojik öyküsünü merak ettiyseniz http://tr.wikipedia.org/wiki/Narkissos_(mitoloji)  buradan okuyabilirsiniz…

Ayrıca tavsiyedir bu yazıyı Aaron lili(u-turn) şarkısı ile dinlemelisiniz… Yazını sonunda mı söylenir diyorsanız birde öyle okuyun bakalım…

Hiç yorum yok: