5 Şubat 2014 Çarşamba

Gölgede bir kadının yansımaları...

      Ey insanoğlu doğarken mi vardınız ayrımına kadın ve erkek diye… Nasıl var oldunuz bilmiyorum ama ben yok oldum Ouse nehrinde… O son cümleyi yazabilirdim ona mükemmel bir son hazırlayabilirdim ama kaçınılmaz ise bu son,  çok mu alkışlanır son sahne? O son cümleyi yazabilirdim koca bir hikâyenin altına imzamdan önce, Perde Arası diye haykırabilirdim ama kendi ellerimle yazamayacaksam savruluşumu, yaşamım bir boyunduruktan başka ne anlamı olabilirdi


      Rüzgâr esti bir bahar akşamı yağmur tanelerinden önce, tenimden bin atlı geçti ağırlıklarıyla ceplerimde… Okudukça yaklaştığını düşündüğün hayatlara yazarak uzaklaşıyorsun hiçbir zaman zihninde oluştuğu gibi kalmıyor kelimeler her saniye bir harf eksilerek ulaşıyor yeryüzüne… Yazdıklarımızla zihnimizdeki sesler arasına giren uçurumlar bu yüzden…

      Hayatımın ikilemine yerleştirdim kendimi kadın ve erkek dediğiniz canlılardan sıyrılamadan… İki ayna arasında kaldım ve sonsuz benle boğuldum… Hayatımın net çizgileriydi kadınlar ve kesik kesik geçiyordu ruhumla bedenimin arasından… Uzaklaştıkça ben acıdan, ruhum daha da itiyordu ve süreklilik kipinin altında bir adamın hayatına beni yerleştiriyordu…

      Birini kelimelerden inşa etmek meğer ne zormuş… Onu yeniden yeniden doğurmak cümlelerce… Nasıl yapılır bilemiyoruz dehanın karanlık koylarında yalnız dolaşan bir kadına ancak karşı kıyıdan bakabiliriz… Rakımı yüksek cümleleriniz gözden düşüp paramparça olurken onun akıp giden hikâyelerini nasıl toplayabiliriz kendi varoluşumuzla…

      Anlamak istiyoruz onu, yazdıklarının arka bahçesinden başlayarak, pencereyi açıpta izin verdiğimizde içeri gelmesine bir dünya ile paylaşıyoruz sanki…

      Kadın olmak başlı başına zor o günlerde başkentlerde… Kadınlığını başka kadınlarda görüyor belki... Bir kadına dokunmak başka kadınları anlayarak yapılan haksızlıkların ölçümünü yapmak… Geçmişten getirdiklerimizle yaşıyoruz, zihnimize ilmek ilmek döşüyoruz hesaplaşmalarımızı ve bir gün günü gelince ısıtıp ısıtıp koymak için önlerine… Kadınlığını geriden yaşayan olarak ses çıkarmak, kitapların arasında cezalandırılmak güzel gelebilir önceleri ama daha fazlasını isteyen bir yüreğe sorulmaz belki de; istediğin ne diye…

     Tabularımızı yerleştirip gözlüklerimizin önüne okuyorsak; biri bizi durdurmalı o an sandığımız kadar kolay olmamalı yargılamak… Bugünlerde başka bir coğrafyada kendilerini var etmeye çalışan kadınlar görüyoruz ve onlara seslenmek için bir araç seçiyoruz kelimelerden… Diyoruz ki var etmelisiniz kendinizi, güçlü olmak için ne geliyorsa elinizden yapmalısınız; kimliğinizi öldürmelisiniz önce bırakmalısınız birer birer uzaklaşsın sizden sıfatlarınız eş, kardeş veya anne… Koparıp zihniniz ile dünya arasındaki zincirleri yazmaya başlamalısınız belki de… Kolay olacağının söylenmesini beklemeyin ama bilin yıllar önce vardı böyle bir hikâye Virginia Woolf diye…

      “ilk cümleyi yazabilirim” diyerek çıktı merdivenlerden ve oturdu bembeyaz bir kâğıdın önüne… Onun için yazmak için çok şey gerekmiyordu kendine ait bir oda ve para …

“Evet, o ilk cümleyi yazabilirim” dedi…

“ Ölmek mümkün müydü? ”

      Karakterler yarattı önce zihninde kadın yaşam ve kaos üçgeninde… Merkezinde ölüm olan bir yaşam, mutsuz bir evlilikte başrol oynayan, sonra bir çocuk ve annesi adına bir kaçış yaratan, intikamını kitaplarında onu öldürerek alan…

      Ne kadar kolaydı yazarak her şeyden uzaklaşıyor ve aslında yaklaşarak yaşıyordu, iki ayrı hayata bölüyordu kendini; birisi yaşadığı hayatı, biriside yazarak anlattığı, histeri krizleri arkasından… Yazmak istiyordu sürekli ve yürümek ama izin vermiyordu duyduğu sesler ve hastalığı, yemek yiyemiyordu ve aşkla bağlı olduğu kadını eriyip gitmesin diye uzaklaştırıyordu Londra kentinden adam…

      Bunalıyordu ve yaşayamıyordu zincirleriyle… O yürümeli, zihnini açmalı, yazmalıydı… Kaçıyordu, sürekli durağan günlerinden, küçük bir kasabada yaşadığı… Sonra bir gün eşiyle karşı karşıya geliyordu bir tren istasyonunda; “benim yok oluşum tehdidi ile yaşa bende bu tehditle yaşıyorum… Başkentin acımasız çarkları ben bunu tercih ediyorum… Keşke senin için bu sessizlikte mutlu olabilseydim… Eğer Richmond ile ölüm arasında bir tercih yapmam gerekirse ölümü tercih ederim…” Onun o kente bağlılığı kemirse de bedenini o sadece dinliyordu içindeki sesleri ve ruhu gitmek istiyordu… Londra kasvetli, hüzünlü bir şehir ama sanki şiirle akıyor Times nehri…

      Hayattan kaçarak huzur bulunmayacağını öğretiyor bize… Kaçınılmaz sonlarla doluysa orada bir kadın olarak var olmak için durup savaşmak gerekir ve yazmak için kendine ait bir hikâye… Ve hikâyeye ait güzel bir son cümle “kimse seninle mutlu olduğumuz kadar mutlu olamazdı” bu son cümleyle koşarken düşünüyor muydu acaba adam bir gün sorduğu şu soruyu Woolf’a;

“illa biri ölmeli mi kitabında? “ ve kadın;

“kalanların hayata daha çok değer vermesi için biri ölmeli, zıtlık yaratmak için…” zıtlıklar onun hayatının ta kendisiydi işte yazdığı da kendinden başka bir şey değildi… Yaşadığı dönemin katı ahlakçılığından kaçarak büyüttü kendini, kadınlara yaklaştı kadınlar için yazdı, Shakespeare’in gölgesinde kaldığını söyledilerse de o, hala okuduğumuz anlamaya çalıştığımız bir hayat yazdı…





     Not: tırnaklı cümleler the hours – saatler- filminden alınmıştır… Virginia Woolf’a bir adım daha yaklaşmak için izleyebilirsiniz…Ve bu yazıyı bu şarkı eşliğinde dinleyebilirsiniz… Aynı zamanda filminde müziğidir…

Philip Glass- Metamorphosis …

Philip Glass: Metamorphosis (full album: 2006), piano Branka Parlic





Hiç yorum yok: